27 Aralık 2012 Perşembe

1939 ERZİNCAN DEPREMİ / Abdullah BOZDEMİR


 


Refahiye ve Kemah'da Korkutan Depremler


22 Eylül 2011 Perşembe günü sabah 06.22’de merkez üssü Refahiye’nin Cengerli köyünde meydana gelen 5.6 büyüklüğündeki deprem, Cengerli ve güneyinde bulunan Kemah’a bağlı Kardere, Bozoğlak, Gediktepe, Karacalar ve Gülbahçe köyleri başta olmak üzere bölgede korku ve paniğe sebep olmuştur. Depremin artçıları bir süre daha bölgede devam etmiştir.

Ülkemizde deprem denince ilk akla gelen şehirlerden biri olan Erzincan’ın yaşadığı büyük deprem acıları, toplumsal hafızada derin izler bırakmıştır. Bölgedeki her deprem, korku ve endişe ile birlikte bu acıların tazelenmesini ve hatırlanmasını da beraberinde getirmektedir.

1939 yılının son günlerinde yaşanan Büyük Erzincan Depremi, üzerinden daha çok uzun yıllar geçse de yaptığı büyük yıkımla, yaşanılan büyük acılarla her zaman hatırlanacaktır. Etkilediği alanın genişliği, meydana getirdiği büyük insan kaybı ve dramlarıyla, sosyal ve ekonomik etkileriyle bilinmesi, incelenmesi ve büyük dersler çıkarılması gereken çok büyük bir deprem felaketidir.
" uyanıp kaçamadılar, kuş olup uçamadılar " Unutulmayan O büyük acı !

27 Aralık 1939 Büyük Erzincan Depremi 1939, 26 Aralık'ı 27 Aralık'a bağlayan gece, saat 02.00 de 7,9 şiddetindeki deprem, Erzincan52 saniye boyunca sallamıştır. Yerle bir olan Erzincan'da ve depremin etkilediği diğer illerde toplam 32.962 kişi ölmüş, yaklaşık 100.000 kişi yaralanmış ve 116.720 bina yıkılmıştır. Erzincan'dan Amasya'ya (yaklaşık 400 km), Sivas'tan Karadeniz'e (yaklaşık 200 km) kadar olan bir bölge içinde büyük tahribata yol açan bu büyük deprem, en büyük yıkımı Erzincan'da meydana getirmiştir. Deprem öncesi 20 bin olan şehir nüfusu 12 bine düşmüş, diğer kayıplar ilçelerde, köylerde ve komşu illerde meydana gelmiştir. 2. Dünya savaşı arifesinde gelen bu felaket, ülkeyi derinden sarsmıştı. Erzincan ve bölgeyi yerle bir eden bu büyük depreme o günün koşullarında karşı koymak pek de mümkün gözükmüyordu.

Kerpiç ve ahşap evlerin çoğunlukta olmasına birde ağır kış koşullarının getirdiği olumsuzluklar eklenince, yaşanan felaketin boyutları unutulmayacak bir faciaya dönüşmüştü. Depremden kendini kurtaranlar gece yarısı -30 derecede, karlar içinde yarıçıplak perişan bir vaziyette göçükler altında kalan yakınlarını elleriyle çekip çıkarmaya çalışıyorlardı. Devrilen sobalardan, mangallardan çıkan yangınlar şehri sarmış, yanan binalara yaklaşmak mümkün olmuyordu. İnsanın tahayyül sınırlarının çok ötesinde dayanılmaz sahneler yaşanıyordu. Şehirde zarar görmeyen bina kalmamıştı. Depremin artçıları da bir yandan korku ve zarar vermeye devam ediyordu.



 
Kopan hatlar nedeniyle şehrin dış dünyayla bağlantısı kesilmiş, şehir acı kaderiyle başbaşa kalmıştı. İlk haberi Erzincan’a 14.7 km uzaklıkta olan ve deprem sırasında haberleşmesinin kesilmemiş olduğu anlaşılan Dumanlı İstasyonu memuru Cenan, saat 06.30 da vermiştir. Verdiği bilgilerden kent merkezinin durumu hakkında bilgisi olmadığı anlaşılan Cenan, gece 02.00'de şiddetli bir deprem olduğunu bildirmiştir. Alp-Kemah ve Dumanlı-Erzincan arasındaki demiryolu hattının heyelan ve köprülerdeki çatlaklar yüzünden kapandığı, trenlerin istasyonda bekletildiğini haber vermiştir. Şehrin acil yardıma ihtiyaç olduğu da telgrafa eklenmiştir.(*)Deprem Anadolu'yu sallıyor
 
27 Aralık 1939 gecesi saat sabaha karşı 02. Bütün Anadolu sallanmaya başlıyor. Sabah 06'da Anadolu Ajansı ilk deprem haberini geçiyor. Merkezi Sivas, Tokat olduğu zannedilen bir deprem olmuş ve İstanbul, İzmit, Konya, Ankara, Antalya, Kayseri, Samsun, Diyarbakır dahil bütün Türkiye sallanmıştır.
 
Telefon ve telgraf haberleşmesi kesildiğinden, gün boyunca özellikle Doğu'dan ayrıntılı bilgi gelmiyor.
Gece saat 22'de Anadolu Ajansı bir haber geçiyor:
‘‘Geçici bilgilere göre Erzincan'da yıkım büyüktür. İnsan kaybı yüzleri geçmektedir. Kesin sayı bilinmemektedir.’’ Erzincan Valisi ‘‘imdat’’ telgrafı çekiyor. Bu telgrafı Sivas'ın Zara İlçesi alıyor ve ilk yardım Kızılay tarafından oradan yola çıkarılıyor. 500 çadır ve 5 bin lira. Ayrıca Elazığ, Erzurum ve Sivas'tan birer vagon ekmek gönderiliyor. Başbakan Refik Saydam, depremde büyük hasar olduğunu belirtiyor ve vatandaşlardan yardım istiyor. Kızılay, bir trene yardım malzemesi yüklüyor. Buharlı lokomotifle deprem bölgesine ulaşması birkaç gün alacak.(**)

Meclis aynı gün toplanıyor. Diğer illeri de etkileyen feci tablo henüz bilinmiyor.


Meclis'te, Erzincan Valisi Osman Nuri Tekeli'nin gönderdiği ilk telgraf okunuyor:
Gece saat 2 sıralarında çok şiddetli bir zelzele oldu oldu. Bu zelzelede Hükümet Konağı, Ordu Müfettişliği, Orduevi, Postane ve şehrin en sağlam binaları dahil olmak üzere bütün evleri ve dükkánları yıkılmıştır.

Şehir baştan başa enkaz yığını halindedir. Kendilerini kurtarabilenler sokaklara dökülmüşlerdir. Şimdiden bir çok ölü ve yaralı tespit edilmiştir, bir çok nüfus enkaz altındadır.

Pek az hasara uğrayan ve zayiat vermiyen piyade ve topçu kışlalarından gelen askerlerle enkaz altında kalanların kurtarılmasına ve ötede beride başlıyan yangının söndürülmesine çalışılmaktadır.

Şehirde haberleşme imkánı bulunmadığından bin müşkülatla general İskora ile birlikte Dumanlı istasyonuna gelinmiştir. Ve bu bilgi ancak oradan arz edilmektedir. Tümen komutanı Akdoğan şehirde yardım işleri ile meşguldür.

Şehir tamamen yıkıldığından, ekmek ihtiyacı olduğu gibi enkaz altından kurtulanların ve kurtulacakların tedavileri için ilaç ve doktor ve halkı barındırmak için çok miktarda çadıra ihtiyaç vardır. Tahribatın yalnız şehre münhasır olmadığı, köylerde de geniş ölçüde tahribat ve zayiat olduğu anlaşılmıştır. Bu hususta elde edilecek bilgiler ayrıca arz edilecektir.’’
Bu arada yöredeki bütün il ve ilçelerden telgraflar gelmeye başlıyor. Çoğu yerle bir olmuştur.
Kemah’tan gelen telgraf :

Bu gece saat 2 sıralarında Kemahta meydana gelen şiddetli zelzele neticesinde şehir enkaz haline gelmiş olup bir çok ölü ve yaralı bulunduğu, kurtulabilen askerlerle enkaz altında kalanların kurtarılmasına ve kasabada başlıyan yangınların söndürülmeye çalışılmakta olduğu,
Şehirde haberleşme imkanı kalmadığından Dumanlı istasyonu ile haberleşme yapılmakta olduğu,
Kurtarılabilen nüfusun yiyeceğini teminin müşkülleştiği ve fazla miktarda çadıra, ilaç ve doktora ihtiyaç bulunduğu,
Zelzelenin yalnız kasabaya münhasır olmayıp köylerde de geniş ölçüde tahribatta bulunduğu ve elde edilecek bilgilerin ayrıca bildirileceği arz olunur.
Erzincan Valisi Osman Nuri Tekeli 28 Aralık 1939 tarihinde Erzincan’ın saat: 11.15 itibariyle son durumu şöyle anlatılıyordu: Sarsıntı hafif olarak devam etmektedir. Şehirde yıkılmamış bina kalmamıştır. Sarsıntının tahribatı tasavvur edilemeyecek kadar çoktur.
Şehrin bütün sokakları enkaz ile kaplanmıştır. Enkaz temizlenemediğinden ölü ve yaralı adedi tamamen tespit edilememiştir. Şehir nüfusunun takriben yüzde ellisi ölü ve yüzde yirmisi yaralıdır. Yaralılar tedavi edilemediği için sağ kalanlar da kapalı yerlere yerleştirilemediği için durumları tehlikelidir.
Çarşı tamamen yıkılmış ve kısmen de yanmış olduğu için şehirde yiyecek ve içecek kalmamıştır. Henüz yardım treni gelmemiştir. Ankara’dan gelecek imdat trenlerinin Erzincan’a gelebilmeleri için Kemah-Erzincan arasındaki bozuk kısmının tamirine çalışılmaktadır. Erzincan ile Tercan arasındaki köprülerden biri bozulmuş olduğu için Erzincan’dan da tren gelmemiştir.
Alaylardan alınan erler ile yaralı ve ölülerin enkaz altından çıkarılmasına çalışılmaktadır.

Kurtarma ve yardım çalışmaları için hapishanelerdeki mahkumlar bile seferber edildi. Depremde hapishanenin duvarları yıkıldığı için bütün mahkumlar açıkta kalmıştı, fakat mahkumlardan birtanesi bile kaçmamış ve kaçmaya teşebbüs etmemişti. Mahkumlardan hayatını kaybedenler de vardı.

Dönemin Erzincan Savcısı İzzet Akçal, Mahkumları bir araya toplar : ‘‘Sizi şimdi kurtarma çalışmalarında görev almak üzere serbest bıracağım. Aranızda civar köylerden olanlar varsa iki günlüğüne köylerine gidip, ailelerini görebilirler. Ancak bir koşulum var; Hiçbiriniz kaçmayacaksınız. Canla başla çalışacaksınız. İşimiz bitince cezaevine döneceksiniz.’’ der.
Mahkumlar, büyük fedekarlık göstererek, günlerce depremzedeler için çalışıyorlar. Yaklaşık 1000 kişiyi kurtarıyorlar. Sonra cezaevine geri dönüyorlar. Bir tek mahkum bile firar etmiyor!..

Kurtarma ve yardım çalışmalarına katılan bu mahkumlar 1940 yılında çıkarılan özel bir kanunla affedildiler.

Yaralar sarılmaya çalışılıyor Halk çadırlarda ve barakalardadır. Ölüler gömülmekte, ağır yaralılar yakın ve uzak şehirlere gönderilmektedir. Hafif yaralılar, Kızılay'ın kurduğu 300 yataklı hastahanede tedavi edilmektedirler.

Ülke yardım için seferber oluyor "Ölenler çoktur, fakat felaketten arda kalan yaralı, aç, çıplak, yersiz yurdsuz vatandaşımız daha çoktur."
Depremin hemen sonrası Kızılay o günün şartlarında elindeki bütün imkanları seferber eder. Vatandaşlar ve kurumlar yardım için büyük duyarlılık ve çaba gösterirler. TBMM tarafından hemen bir Milli Yardım Komitesi kurulur, il ve ilçelere kadar her yerde şubeler açılır, yardımlar Kızılay aracılığı ile depremzedelere ulaştırılır. Gazeteler yardım kampanyaları düzenlerler, yardım amaçlı organizasyonlar yapılır, toplanan yardımlar ve yardımseverlerin isimleri gazetelerin sayfalarında ilan edilir.





20. Yüzyılda Türkiye'nin yaşadığı en büyük felaket olan Erzincan Depremi, Dünya'nın da yaşadığı en büyük felaketlerden biridir. Dünya tarihinde meydana gelen depremler can kayıplarına göre sıralandığında Erzincan depremi, 27. sırayı almaktadır. Yirminci yüzyıl depremleri göz önüne alındığında ise 8. sıradadır. İnsani duygular ve İkinci dünya savaşı öncesinin hassas dengeleri içinde dünyanın birçok ülkesinden yardımlar gelmeye başlar.

BBC Türkiye'nin yaşadığı büyük felaketin ilk görüntülerini yayınlar.

Cumhurbaşkanı İnönü Erzincan’da

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü yurt gezisine çıkmış, Malatya'ya oradan'da Elazığ'a geçmişti. Depremin yaşanması ile birlikte o bölgelerde incelemelerde bulunduktan sonra gece Çetinkaya istasyonundan hareket ederek 31 Aralık günü trenle Kemah’a gelir. Depremzedelerle ve yetkililerle görüşür.

Cumhurbaşkanı öğlen Erzincan’da olur. İstasyon binasındaki yaralıları ziyaret ederek, incelemelerde bulunur. Facianın yaşandığı bazı binaları gezer ve depremzedeleri teselli etmeye çalışır. Vekil ve generalleri toplayarak direktiflerini verir.
İnönü Erzincan'dayken karşısına çıkan yaşlı bir kadın, oğlunun ve kocasının cesedini ararken yanmış, derisi soyulmuş ellerini göstererek, "Giresunlu Mehmet'im gitti; askerdi, senin yanında askerdi," diye haykırıp başını İnönü'nün göğsüne koymuş ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Bu görüntü Erzincan depreminin simgesi olmuş ve daha sonraları, hem heykeli yapılmış hem de bir pul serisinin üzerinde yer almıştı. İnönü’nün bölgeye gitmesiyle, felaketin boyutları ülkede ve yurtdışında daha fazla anlaşılacaktır.
Depremden kısa bir süre sonra evsiz, yurtsuz kalan Erzincan'lılar çeşitli vilayetlere gönderilecek ve bu mecburi ikametgahlarında bir süre yaşamlarını devam ettirrmeye, yaralarını sarmaya çalışacaklardır.
Gazeteci-Yazar Şefik Aras o acılı günleri şöyle anlatıyor : “Kış ortasında aç ve açıkta kalmış, canını, malını, mülkünü kaybetmiş çaresizlik içerisindeki Erzincan insanını kara vagonlara doldurup gurbet ellere götürdüler.

Ne var ki; kolay olmuyordu, ana baba yurdundan, toprağa gömdüğü canından ciğerinden ayrı kalmak… Zor geliyordu, felaketzede Erzincan insanına gurbet elleri.


Onun içindir ki, 1941 yazından itibaren Erzincan’a dönüş başladı. Yurdun çeşitli yörelerinde iskan edilen Erzincanlılar yavaş yavaş Erzincan’a dönmekten kendilerini alamadılar. Oysa, Erzincan’da durum hiç de iç açıcı değildi. Dönenlerin başlarını sokacağı, Kızılay pavyonları bile henüz tamamlanmamıştı. O nedenle, önce çadır hayatı başladı. Erzincan insanı tarlalar üzerine kurulmuş çadırlarda hayatlarını idame ettirmek zorundaydı… Binbir zorluk ve sıkıntı ile karşı karşıyaydı. Ardından muvakkat şehir oluştu. Muvakkat Şehir dediğimiz ise, felaketzede insanların kendi imkanları ile yaptığı barakalardan oluşan iskan alanları idi. Varlığını halen sürdüren Taksim Mahallesi, Kızılay Mahallesi ile, 6 yıl önce yeniden yapılan Çarşı Mahallesi muvakkat şehrin ta kendisiydi. İnsanlar, yolu izi, suyu elektriği olmayan bu semtlerde yıllarca çamurlarla boğuştu.”

Devlet ve millet topyekün bu büyük felakete seferber olsa da yaşanan cankaybının ve tahribatın büyüklüğü, o günün imkansızlıkları ve yaklaşan ikinci dünya savaşı, yaraların sarılmasını uzun süre geciktirecekti.

Depremden alınacak insanlık ve felaket dersleri Depremi yaşayanlar anlatıyor...

Şehrin üzerinde metrelerce alev dalgaları yükseliyordu... “Deprem gece yarısını geçen bir saatte ve herkesi uykuda yakaladı. Şehirde depremden kurtulanlar ve enkazdan çıkarılanlar genellikle iç çamaşırları ile ve çoğunlukla yalınayak kalmışlardı. Pijaması olanlar son derece azdı. Yarı çıplak bir durumda, son derece soğuk ve karlı bir ortamda binlerce çaresiz insan vardı, bunlardan bir kısmı da maalesef vefat etti.

Şehirde fırınlar, ticarethaneler, bakkallar, manavlar tamamıyla harap olmuş ve enkaza dönüşmüştü. Sivas-Erzincan demiryolu Erzincan batısında yer yer çökmüş, kesilmiş ve ulaşım tamamen durmuştu. Karayollarında da durum aynı idi. Erzurum’un dışarı ile irtibatı tamamıyla kesilmiş, ulaşım hizmetleri durmuş ve halk yıkıntılar içinde ve enkazın üstünde çaresiz kalmıştır.”

Bu arada çetin kış şartlarına ek olarak büyük bir tehlike daha belirdi. Şehirdeki cesetlerin varlığı, ağır kış şartlarından etkilen kurt sürülerini de şehirlere yöneltti ve şehirde yer yer kurt sürüleri görülmeye başladı. Bizler de kendi bölgemizde çadırlar ve çevresinde güvenlik tedbiri olarak gece gündüz sıra ile nöbet tutmaya başladık. Ellerimize tüfek verdiler. Tüfeklerin boyu bizim boyumuzu aşıyordu, hatta kullanmayı becerebileceğimizi bile bilmiyorduk ama ne de olsa bizlere güven veriyordu. Allah’tan bizim bölgemizde kurt görülmedi. Depremden sonra uzun bir süre şiddetli ve yıkıcı artçı depremler devam etti. Açık arazide bile bir yere tutunmadan ayakta durabilmek son derece güçtü.”

Deprem sırasında yanmakta olan sobalar savrularak veya devrilerek yangınlara sebep olmuş ve bu yangınlar yayılmak suretiyle şehri bütünü ile sarmıştır. Şehrin üzerinde metrelerce yükselen alev dalgaları, dışardan şehri girişi ve kurtarma işlemlerini tamamıyla engellemiştir.” A. Fikret Ersöz, 2000 (Ayhan Yüksel’in yazısından)

 
42 yakınını kaybeden Lütfiye Kaner anlatıyor: "O yıllarda yeni evli ve 15 yaşında genç bir kadındım. Erzincan'ın Karakilise Köyünde oturuyorduk. Evlerin çoğu kerpiçtendi. Gece yarısı büyük bir sarsıntıyla uyandım. Sarsıntı o kadar şiddetli ve derinden geliyordu ki, insanı alttan yukarı doğru sıçratıyordu. Dengemi kaybetmemek için karyolaya tutundum ve daha sonra altına girdim. Tüm duvarlar yıkılmaya ve çatı çökmeye başladı. Sallanmanın durmasından yararlanıp bir an karyolanın altından başımı çıkarıp baktığımda parlak bir ay ve gökyüzü gördüm. Yıkıntıların arasında sıkışmış hareket edemiyordum. Saatler sonra yardıma gelenler tarafından kurtarıldım. Köy bir harabeydi. Çığlıklar durmak bilmiyordu. Bir günde 80-90 kez sallandık. Daha sonra 42 yakınımı kaybettiğimi öğrendim. Benim için tam bir yıkım oldu. O günleri hiç unutamadım. Üzerinden yarım asır geçmesine rağmen hala yaşıyorum.''

Depremden tahminen yarım saat sonra bir yangın çıkmış, binlerce insan enkaz altında can verirken, bir çoğu da yanıp kavrulmuştu.

Şehirdeki bütün elektrik ve telefon hatları kesilmiş ve haberleşme imkansızdı. Deprem, zaman zaman devam etmesine rağmen yakınlarımızı kurtarmaya gittiğimizde, ilk gün mahalle ve sokakları bulamamıştık. Ertesi gün 20 kişilik bir ekiple arama faaliyetlerini sürdürürken, 3. Orduya bağlı birlikler, semt semt kurtarma işlerine devam ediyordu. Onlar, toprak altında inleyen ve feryat edenleri kurtarmaya çalışırken, bizler bu fizahlara kulak asmıyor, kendi akrabalarımızı bir an önce kurtarabilmek için çırpınıyorduk. Geri döndüğümüzde, fizah ederek yalvaranların ebedi uykularına daldıklarına şahit olduk. Attığımız her üç, beş adımda bir, ya bir kola, ya bir bacağa, ya da bir kafaya basmamak için adım atacak yer arıyorduk. Mucize kabilinden kurtulanların, toz ve topraktan yüzleri belirsiz, yarı çıplak titrediklerini gözlerimizle gördük. Lakin konuşmuyorlardı, sanki bize küsmüşlerdi… Akşam eve dönerken, babalarımızın bıyıklarından sarkan buzlara, göz yaşlarının karışması da çok hazin bir manzara teşkil ediyordu.

Depremin üçüncü günü kurtarma çalışmaları biraz daha hızlanmıştı. Kurtarılan yaralılar, trenle Sivas'a gönderilirken, maalesef yanlarında refakat edecek kimseleri yoktu. Çıkarılan ölüler, hemen oracıkta, sahibi bulunmayanlar ise enkazdan arta kalan topraklarla üstü örtülmek suretiyle defnediliyordu.

Kurtarma işleminin daha çabuk yürümesi bakımından İmroz Adası'nda bulunan mahkumlarda getirilmişti. 3. Ordu, mahkumlar ve halkın yardımıyla (can kurtarmak maksadıyla) çıkarılan ölülerin defnedilmesi mümkün olmadığından, kadın, kız, erkek, çocuk yarı çıplak olarak, şehrin muhtelif yerlerine yığınlama başlandı. Ölü yığınları o kadar büyüdü ki, enkaz arasında bayağı fark ediliyordu. Bir hafta kadar geçmişti ki, o soğuğa rağmen, kokan ölüler olduğu gibi, parçalanmış kol, bacak ve çok ağır yara almış ölüleri köpekler yemeye başladı. 3. Ordu, köpeklerin vurulmasını emretti. Vurulma olayı günlerce sürdü. Zira köpek boş bir alana çıkmadıkça kurşun atamıyorlardı. Kesin bir gün verilmemekle beraber, depremden tahminen 25-30 gün kadar sonra, şimdiki Terzibaba yolu üzerindeki Şehitlik civarında büyük bir çukur kazılarak bütün ölüler toplu halde buraya defnedildi…
11.11.2010, Çorum Gazetesi
 
Döt gün enkaz altında kaldıktan sonra Adana'dan gelen kardeşi tarafından kurtarılan adam:
Gedikli Çavuş Uşaklı Mehmed Soygüder, zelzelenin vuku bulduğu sırada iç sokaklardan birinden geçerken duvarların birbirine girmesi üzerine taş ve toprak altında kalmıştır. Dört gün sonra Adana'dan gelen kardeşi tarafından kurtarılan Mehmet başından geçenleri şöyle anlatıyor:
- Nasıl oldu bilmiyorum, toprak yığını içinde kaldığımı gördüm. Nefes almakta zorluk çekiyordum. Zaman zaman uykuya daldığımı zannediyordum ve uyanınca da üzerinde bulunan toprağı yarmak için gayret sarfediyordum. Gittikçe nefesim daralıyordu. Son bir hamle yaparak bulunduğum yerde kımıldamak istedim. Bu arada üzerimde birşeyin kıpırdadığını hissettim ve hava almağa başladım. Ondan sonra da zaman zaman "imdat !... İmdat!.." diye bağırdım ve nihayet kurtarıldım.
3.1.1940, Ömer Köstem - Akşam

Basmayın altında insan var !
"Her yer yıkılmıış. Toprağın altından korkunç gürültüler geliyor. Bir taraftan da şehir alevler içinde. Enkaz arasında ilerlemeye çalışıyorum. Birden ayaklarımın altından bir ses yükseldi : "Basmayın! Altında insan var ! Allah aşkına bizi kurtarın!"
Bir felaketzede anlatıyor : "Susuzluğumu kar yiyerek gideriyordum. Fakat ya açlık?.. Bir yığın gördüm. Ekmek yığıp ıslanmasın diye üstüne battaniye örtmüşler sandım. Batteniyeyi sıyırdım : İnsan cesetleri, üst üste dizilmiş insan cesetleri !.."

6.1.1940, Peyami Safa - Cumhuriyet
Tarihin kaydetmediği facia sahneleri “Perişan bir halde trenden iniyorum. Etraftaki bütün evler bir yığın taş, tahta toprak halinde... Aralardan tek tük çadırlar gözüküyor.
- İşte diyorlar, bütün Erzincan şu gördüğünüz halk!
Bakıyorum, beş dakikada, teker teker sayabilirim hepsini... Başımı çeviriyorum. Üst üste konmuş insan cesetleri. Kaç tane? Herhalde birkaç bin! Artık hassasiyetim uyuşmuştu. Gayri iradi yürüyordum. İstasyonun şark kısmını kaplayan geniş meydandayım. Allahım bu ne feci manzara?
Yüzlerce, binlerce ceset, üst üste, yan yana konmuş... Birçok kadınlar, çocuklar, erkekler bir albüm yaprağı çevirir gibi cesetleri kaldırıp kendilerine ait olanları arıyorlar. Zaman zaman, aradığını bulanların canhıraş bağrışmaları kulak zarlarını yırtıyor:
Babam, babam benim!..
- Anne babamı buldum, anne babamı buldum.
Morarmış cesetlerle veda kucaklaşması...”

Nusret Safa Coşkun

Kendilerini feda eden anne ve baba “Yüzbaşı zelzele esnasında karısı ile beraber kendini bahçeye atmış, fakat çocuklarının içeride kaldığını düşününce onları kurtarmak için karısı ile birlikte tekrar içeriye girmiş... Yüzbaşı ve eşi çocukları alarak dışarı çıkmak isterken bir kalas üzerine düşmüş, hepsi de ölmüşlerdir. Yalnız çocuklardan bir tanesi aradan iki gün geçtikten sonra evin enkazı temizlenirken annesinin kucağında diri olarak bulunmuştur. Zavallı çocuk ölen annesinin kucağında iki gün beklemiş...” 3.1.1940, Ömer Köstem - Akşam

Talihsiz çocuk
“ Ufak bir çocuğu, hayatını kurtarmak için ağaca tırmanırken gördüm. Onu kurtarmak için ilerlerken bir zelzele daha oldu ve zavallı çocuk ağaçla birlikte yerde hasıl olan yarığa saplandı. Bu acıklı sahne bir türlü gözümün önünden gitmiyor.” 3.1.1940, Ömer Köstem - Akşam

Onuncu yıl Marşını söyleyerek kurtulan çocuk
"Mahkeme azasından B.Tahsin'in evi çökmüştü. Bütün evler gibi... O ana baba gününde B. Tahsin'in çocuğu nasıl kurtuldu bilir misiniz? On yıl marşını söylemekle... Çocuk enkaz altında kaldıktan sonra bütün kuvvetle 10 yıl marşını söylemiş. Askerler 10 yıl marşını duyunca sesin geldiği yere gitmişler, orasını kazmışlar ve çocuğu dipdiri olarak çıkarmışlardır."
3.1.1940, Ömer Köstem - Akşam

Başka yaralıları düşünen bir ağır yaralı...
İleride çadır hastaneleri dolaşırken, kemikleri bir çok yerlerinden kırılmış, yüzü gözü yara bere içinde, yarı baygın yatan bir yaralı için, doktor :
- Zatürresi de var dedi...
Reisicumhur yaverlerinden Şükrü, yün yeleğini sırtından çıkarıp hastaya giydirmek istedi. Kapanmış gözlerinin aralandığını gördük. Ağır yaralı vatandaşın bütün kudretini toplamaya çalıştığı belli idi. Bir hırıltı halinde nefes alıyordu. Zorla şunları söyleyebildi :
- Sen çok iyi kalblisin. Bunu bir başkasına versen daha iyi olur. Ben artık kurtulamam, nasıl olsa ölüyorum...

6.1.1940, Mekki Said Esen-Cumhuriyet
“Sen sağol paşam!” “Kemah'ta Reisicumhurumuz trenden indiler. Zelzelenin tahribatı hakkında sualler soruyorlardı. Kalabalık arasından birinin Erzincanın feci vaziyetini bildiği, konuşmalara gösterdiği alakadan anlaşılıyordu. Milli şefimiz kendilerini çağırdılar:
- Oradan mı geliyorsun?
- Erzincandan geldim. Gene Erzincana gidiyorum. Katilden altıbuçuk seneye mahkumum. Hapishane başımıza yıkıldı. Kurtulabilen arkadaşlarla vakit kaybetmeden enkazı temizlemeğe koyulduk. Bazı taraflarda yangın başlamıştı. Biz ancak yakından sesi gelenleri kurtarabiliyorduk. Daha derinde kalanlara gücümüz yetmiyordu...
- Buraya niçin geldin?
- Çocuklarım Kemahta otururlar. Köyümüz de zelzeleye uğradı. Müddeiumumiden (Savcı) izin alarak onları kurtarmaya çıktım.
- Çocuklarına bir zarar olmuş mu?
Mahkumun yüzünde acı bir tebessüm belirdi. Başını önüne eğdi, sadece :
- Sen sağol Paşam! Dedi.” 6.1.1940, Mekki Said Esen-Cumhuriyet

İnsanlık dersi
“Milli Şef İsmet İnönü 4-5 gün sonra deprem yerinde incelemelerde bulunmak üzere özel bir trenle Erzincan'a doğru yola çıkar. Erzincan yakınlarında bir köyde bir mahkûm özel trene binmek ister. Muhafızlar mahkûmu bindirmek istemezler. Gürültü, kıyamet kopar. İsmet İnönü merak edip sorar, ‘‘Ne oluyor?’’ diye.
Mahkûm, İsmet İnönü'ye yanaşır, ‘‘Efendim, ben Savcı Bey'e kaçmama sözü verdim. Erzincan'a dönüp, kurtarma çalışmalarına katılmak istiyorum. Beni de trene alın’’ der.
İsmet İnönü bu öyküden etkilenir, mahkûmu trene alır.

19.8.1999, Hürriyet
Mahpusların yoklaması "Akşam karanlığı çöküyor. Az ileride toplanarak, sıraya girmiş adamlar gördük: Erzincan hapishanesinden sağ çıkan mahkumlar! Hepsi açıktalar, sabahtan akşama kadar enkaz arasından insan kurtarmaya çalışıyorlardı. Bugünkü işlerini bitirerek, tam saatinde Savcının karşısında toplanmışlar. Birer birer sayıldı :
Tamam !
Bir mahkum :
- Tamam tabii, dedi. Böyle günde eksilen yalnız hapishaneden değil, millet hizmetinden, kardeşine yardımdan, insanlıktan kaçmış olur. Bu ise alçaklıkların en büyüğüdür ve katil de olsa, hiçbirimizin suçu böyle bir cinayetten daha ağır olamaz”
6.1.1940, Mekki Said Esen - Cumhuriyet

Erzincan’da bir kuş var
Kanadında gümüş yok
1939 yılındaki Büyük Erzincan depremi, o günlerde pek çok şiire, türkülere, ağıtlara da konu olur. Nazım Hikmet, eski bir Erzincan türküsü olan; Erzincan’da bir kuş var
Kanadında gümüş var
‘ dan yola çıkarak o acılara soylu bir çığlık olur...



 NAZIM HİKMET











 

 
 


 
KARA HABER

Erzincan'da bir kuş var
Kanadında gümüş yok.
Gitti yarim gelmedi
gayrı bunda bir iş yok.
Oy, dağlar, dağlar, dağlar...
Aldı ellerine kanlı başını
karın ortasında Erzincan ağlar...
O ağlamasında kimler ağlasın...

Kar yağar lapa lapa
tipidir gelir geçer...
Yan yana sırt üstü yatan ölüler

akşam olur tandıramaz
ateşini yandıramaz

 
 

 
Gün ağarır, şafak söker
kimsecikler gitmez suya.
Ezilmiş başlarıyla ölüler
vardılar uyanılmaz uykuya.
Ses edip geceye beyaz taşından
kışlanın saati çaldı ikiyi.
Ne çabuk, lahzada bitti yaşamak.
Kimisi altı aylık,
kiminin sakalı ak,
kimi on üç, on dört yaşında;
kimi yola gidecek,
kimisi mektup bekler

yan yana sırtüstü yatan ölüler...



 
Yayıkta yağ vardı, dövülemedi,
akpeynir torbaya koyulamadı,
hasret gitti ölüler
dünyaya doyulamadı...
Uyanıp kaçamadılar,
kuş olup uçamadılar,
açıldı kuyular kimse inemez.
Erzincan Beygiri rahvandır amma
ölüler ata binemez

yan yana sırtüstü yatan ölüler...




















Kesemden verecek şeyim yok. Yüreğimden verdim.

"Kanadında gümüş olmayan kuş, bize, artık yerinde olmayan Erzincan'ı anımsatır, derinden sızlayan bir yara gibi.”

Kemah Kardere Köyünün tarihi duyarlılığı

Erzincan’ın efsane Valisi Recep Yazıcıoğlu, 1995 Ağustos ayında beraberinde bir heyetle birlikte gerçekleştirdiği köy ziyaretlerinde Kemah Kardere köyüne de misafir olur. Bazı açılışlarda bulunur. Kardere köyünün Efsane Dernek Başkanı Orhan Bozdemir, köy tarihi ve geleceği ile ilgili bilgiler aktarır, Vali beye köy kütüphanesini gösterirler.



Vali Yazıcıoğlu, 1960’lı yıllarda yapılan köy kütüphanesini görünce çok şaşırır, şaşkınlığını şu ifadelerle dile getirir. “bazı köylerde açık okul dahi bulunamazken, Kardere Köyünde Kütüphane bulunmasının kendisini hayrete düşürdüğünü söyleyerek bu davranışın diğer çevre köylere de emsal olması temennisinde bulunur.”

Yazıcıoğlu tarihi kitapları ve özellikle 1939 Erzincan Depremi ile ilgili o günlere ait çeşitli gazete sayıları dikkatini çeker, onları merakla inceler.

28.8.1995, Türkiye Gazetesi
29.8.1995, Zaman Gazetesi

Vali Yazıcıoğlu’nun ziyaretiyle ilgili haber gazetelerde “ Asırlık gazeteler büyük ilgi gördü ”, “ Eskimeyen Gazete ”, “ 56 yıldır okunan gazete ” şeklinde yer alır.

Kemah Kardere köyü halkı bu acıyı hiç unutmamıştı. 1960’larda Erzincan’ın ilk köy kütüphanesini kuran Kardere’liler, kütüphanelerinde üç çeyrek asırdır bu gazeteleri okudular! okuttular, gelenlere gidenlere bu acıyı anımsatmayı bir görev bildiler... unutmadılar, unutulmasına razı gelmediler...

Köy kütüphanesini kuranlar bilinçliydiler, yaşananlardan ders çıkarmayı, toplumsal belleği canlı tutmayı belli ki çok önemsemişlerdi.

( 62-64 yılları arasında Kardere Köyü Öğretmeni olan Hasip Turan'ın Kütüphane anılarını
buradan okuyabilirsiniz.)


52 yıl sonra tekrarlanan acı !


1992 Erzincan Depremi

13 Mart 1992 yılında saat 19.18'de meydana gelen 6.8 şiddetindeki deprem, Erzincan'ı bir kez daha acılar ve yıkıntılar içinde bırakacaktı. Bu depremde 653 kişi hayatını kaybetmiş, 3850 kişi yaralanmıştı. Yıkılan veya hasar gören bina sayısı ise 8057 dir.

Maalesef, 1939 – 1992 yılları arasındaki geçen zamanda gereken dersler çıkarılmamış, fazla bir şey yapılmamıştı. Erzincan bir kez daha acılar içinde kalmıştı.

Kadercilik, vurdumduymazlık, küçük hesaplar, eğitimsizlik ve en önemlisi sığ ve popülist politikalar yüzünden insanlar bir kez daha acı, öfke, çarsizlik ve yoksunlukla başbaşa kalmışlardı.

Soru şudur :
1939'da meydana gelen 7.9 şiddetinde deprem, 1992 yılında da aynı şiddetle tekrar etseydi acaba Erzincan’ın hali ne olurdu? Düşünmek bile insana büyük bir acı ve keder veriyor...

Peyami Safa, 1940 yılında Büyük Erzincan Depreminin ardından şunları yazar : “Zelzele geçti. Hele şu açıkta titreşen vatandaşları da bir çatı altına soksak, olur biter. Bu da geçer yahu!” demeyelim. Geçmez bu, geçmez.

Bir gün Adana’yı sel basar, başka bir gün Erzincan’ı zelzele yıkar, daha başka bir gün limansız Karadeniz kıyılarımız önünde vapurlar batar. Rüzgara : “Esme!”, sulara: “Taşma!”, toprağa: “Sallanma!” diyemeyiz.

Memleket ve Anadolu davasını, eğitim veya ziraat, kültür veya ekonomi, sanat veya teknik, bütün maddi ve manevi unsurları arasındaki ilişkilerin tamamına ait prensiplerle halletmezsek rüzgar eser, sular taşar, yer sarsılır ve bütün memleket ve bütün Anadolu, asırlardan beri olduğu gibi, yer yer yıkılır, Erzincan harabesine döner.”

1939 Erzincan depreminden sonra da ülkemizde çok büyük deprem acıları yaşandı. Bu acıların neden yaşandığını izah etmek için başka söze gerek yok sanırım.

Ümit ederiz ki; Dünya’daki ki en aktif deprem kuşaklarından birinin üzerinde (KAF) yer alan Erzincan ve diğer bölgeler, acılarından ve yıkımlarından gerekli dersi çıkarmış ve gelecek bir depreme hazırlanmış olsun.
Erzincan'ı ve komşu vilayetleri tarifsiz acılar ve kederler içinde bırakan 1939 Büyük Erzincan Depremini, elimizdeki kaynaklardan yola çıkarak bir kez daha hatırlatmak istedik ! Ne söylenirse söylensin ne yazılırsa yazılsın; yaşanan acıları çekilen ızdırapları tarif etmek için yetersiz kalacaktır.

Bu konuda ! biz az yazdık, siz çok anlamaya çalışın !
Deprem saati hızla ilerliyor... Erzincan veya bir başka bölgemiz de... Yüzleşmemiz kaçınılmaz !

Sorun, bizim ona nasıl yaklaştığımızda !
Deprem Ülkemizin ve ErzinCANIMIZ’ın kaderi değil, gerçeğidir. Bu gerçeği hiçbir zaman

Unutmayalım!
Unutulmasına izin vermeyelim!
Bu vesile ile bir kez daha 1939 Erzincan depreminde ve Ülkemizdeki diğer depremlerde hayatlarını kaybeden hemşehrilerimizi ve vatandaşlarımızı saygı ve rahmetle anar, yakınlarına sabırlar dilerim. Abdullah Bozdemir 10 Ekim 2011 - İstanbul

Kaynaklar : 1) Kemah Kardere Köyü Kütüphanesi Deprem Arşiv Gazeteleri: Cumhuriyet, Akşam, Yeni Sabah,
Haber Akşam Postası, Son Telgraf, Son Dakika, Köroğlu, (1939-1940)
2) * Osman Kubilay Gül, Tez Çalışması

3) ** Dr. Ata Kabasakaloğlu, Belgelerle Türk Tarihi Der.
4) Ayhan Yüksel'in "sözlü tarih aktarımı, Tirebolu Nostalji
5) Şefik Aras - Doğu Gazetesi
6) Erzincan Belgeliği, Şefik Aras bölümü resimleri.
7) Çorum Gazetesi, 11.11.2010
8) Hürriyet Gazetesi, 19.8.1999
9) Eminönü Halkevi Yay., 1939 Anadolu Zelzelesi, Görüş-Eylül 99

10) BritishPathe, The Turkish Earthquake 1940 (video)



 
 
 
 
 
 
İngiliz Arşivlerindeki
1939 Erzincan Depremi'nin Görüntüleri
 
1939 ERZİNCAN DEPREMİ / Abdullah BOZDEMİR
Kaynak: Kemah Kalesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder