1 Ocak 2020 Çarşamba

"İhtik ya da dertler düzü" | 2 - Şikar deresinden İhtik'e

 

“Şikar deresinden İhtik'e”   2

     
      Burası Şikar Deresi. Öndeki Kaymakam Ahmet Şensoy,
     Onun arkasında Miss MacCallum ve bizler.

      ŞİKAR DERESİNDEN İHTİK’E

      Efendime söyliyeyim, bu minval üzerine tuttuk İhtik’in yolunu. Baştan da söylemiştim. Bu yol eskiden sadece at ve katırların işleyebildiği bir patikaymış. Sonra zamanla düzeltilmiş ve yola benzetilmiş.

      Yol dar, yol çukur, yol tümsek. Yol kayaların altından geçiyor bazı kere. Bazan da derelerden, tepelerden. Amma geçiyor işte. Ve bizi İhtik’e götürüyor ya, sen ona bak.

      Yolda, katırla şehirden dönen veya köyden şehire inen yurttaşlarla karşılaşıyorduk. Öyle de ürkek ki buralarda katırlar. Bir motör sesi duyunca, tozu dumana katarlarmış hep böyle, Hepsinin yularından sıkı sıkıya tutuyor. Sahipleri jeep yaklaşınca önce şöyle bir bakıyorlar bel, bel. Sonra da başlıyorlar oldukları yerden sıçramaya. Katırların suçu ne? Daha teker görmemiş insanları var buraların. Ne otomobil, ne de at arabası. Hatta kağnı bile. Zavallı kağnı, Anadolunun çilekeş aracı bile girememiş buralara. Çünkü hiçbir yol iki öküzün ve de iki tekerin yan yana geçeceği kadar geniş değil.

      Bilmem kaçıncı kilometredeydi. Camdan küçük gölcüklerin bulunduğu bir dere göründü. Ağaçlar ve ağaçların altında bunlara bağlanmış semerli katırlar. Bir de bina hemen yanlarında. Jeeptekiler “ – Burası Tuzla’dır” dediler. “ İsterseniz inip bir nefeslenelim?” Ve indik. Derenin kenarındaki binanın önünden ardında yurttaşlar çıktı. Koşuştular. Kaymakamlarının jeepini tanımışlardı. Tanıştık el sıkıştık, hal – hatır soruşturduk. Sıra dertleşmeye gelince ohooo...  Bizim Anadolu insanında dert mi ararsın. Yeter ki sen sor, ya da soracak gibi ol. Bir vur bin dinle.


      Konu tuz üzerineydi. Şapkası yana eğik, ceketinin yırtıklarından yırtık mintanı ve de onun altında yağız etleri görünen bir köylü açtı sözü “- Gaymaham beğ, buradan bize ehdiyacımızca duz vermiyler, gırıldık duzsuzluktan” dedi.

      Aman bre nasıl kırılırmış insanlar tuzsuzluktan demiye kalmadı devam etti aynı yurttaş :

“– Hayvanlar elimize bakıy gaymakam beğ, sen bilin” mesele anlaşıldı. Oy canım Anadolu ne dertlerin var senin, ne dertleri var senin insanlarının...

İhtik'e giderken Tuzla'da dinlendik.
Kaymakam dert dinledi biz kulak verdik.

            Kaymakam Ahmet Şensoy onlara ihtiyaçları kadar tuz alabaileceklerine, tuzsuz kalmayacaklarına inandırdı. Ve yolumuza koyulduk yeniden. Kaymakam anlatıyordu yolda : “- Burada çevrenin en iyi tuzu elde edilir. Fakat üretim az olduğu için zarar ediyor. 13 kuruşa mal olan tuzu köylüye 9 kuruşa vermek zorunda kalıyoruz. Yani kilo başına dört kuruş zarar.” Bu yılda havalar yağışlı gittiğinden üretim daha da düşmüş. Üretim düşünce maliyet de artmış tabii. Ama satış yine dokuz kuruş üzerinden yapılıyor. Sağ olasın devlet baba...

      Ve uzatmayalım. Ben diyeyim birbuçuk, siz deyin bir saat sonra bir büyük dereye geldik. Derenin içinde yoncalıklar vardı, meyve ağaçları görünüyordu biraz ötelerde de. Süleyman’a “nere” dedim. “Şikar” diye yanıtladı.

      Yine sağdan soldan konuşmalar oldu. Jeep durdu. Bir motör gürültüsü geliyordu az ilerden. Baktım ki bir komprasör ve bir grayder ha babam çalışıyor durduğu. Demek ki yol Şikar’a gelmiş gerçekten.
     

      ŞİKAR DERLER BİR DERE

      Daha Kemah’da defalarca, yolda belki yüz kere işitmiştir. Şikar deresinin adını. Yapılan yoldan söz açıldıkça, kötü yoldan söz açıldıkça, yalçın kayalıklardan söz açıldıkça hep Şikar’ın adı geçiyordu. Demek ki Şikar önemli?.. Önemli de söz mü Şikar dert, dert...

      Makinalar çalışa, yeni gelenlerle oradakiler konuşa dursun ben Şikar deresinin ağzına bakakaldım. İlerisi görünmüyordu. Yalçın kayalıklar ki, neredeyse güneş üstünden doğacak. Zaten öyle de oluyormuş. Eğer alaca karanlıkken Şikar deresinden geçerseniz ve de siz buradan geçerken sabahın olacağı tutarsa, güneş hemen kişinin tepesinden görünürmüş birden.

      Motörlerin gürültüsü karşı kayalıklara çarptıktan sonra yansıyor, gerilere yayılıyordu. Yeni gelenlerle oradakilerin gözü de biraz sonra benim baktığım yerlere döndü. Baktılar, baktılar konuşmadılar. Yüzlerinde Şikar deresi kayalıklarının ağırlığı vardı. Belli ki onları da düşündürüyordu Şikar.


      Bir kaymakama, bir yolda çalışan işçilere baktım. Onlar da birbirlerine bakışıyordu. Birşeyler sorar gibi halleri vardı. Yolda kaymakamla Şikar üzerine konuştuk uzun boylu. Ve çözdüm neden bakıştıklarını öyle: Kaymakam diyordu ki işçiler "siz çok azsınız beyler. Bu dere nasıl geçilir bu denli kişiyle, yılmayacaksınız belli ki ama ya da yılarsanız?” Ve işçiler, işçi değildi bunlar çevre köylerden gelmiş gönüllü imeceler cevap veriyorlardı: "Sen gam etme kaymakam bey. Bize bir grayder daha getirt hele. Hele şu Şikar’ı geçinceye dek bir kompresör daha, gerisine karışma. Zaten içimiz yanmış bizim. Bu kez de Şikar’a yenilirsek haram olsun bize yediklerimiz. Yeter ki sen şu motorların sayısını artır. Bizde güç çok, bizde gönül gani. Yeter ki sen yanımızda ol...”

      Ömer ağanın (Bozdemir) ağıldan getirdiği ayranları içtikten sonra düştük Şikar’ın içine. Dağ – taş kaya, başını kaldırsan kaya. Yöre tüm kayaya kesmiş. Ve de kayaların sivri uçları yüzlerce metre yukarılarıda. Mağaralar kapkaranlık, ıpıssız.

     Kimimiz atlı kimimiz yaya habire tırmanıyoruz. Keklikler uçuşuyor başımızın üstünden. Bazan atların ayaklarından sıçrayan sular ta bacaklarımıza geliyor.

     Yol arkadaşımız Miss Elizabeth MacCallum şalvarı çekti biraz önceki durakta. Atının yularından da eski dostu Süleyman efendi tutunca tamam, keyfine diyecek yok İhtiklilerin Elizabeth Teyzelerinin. Habire gülüyor, konuşuyor. “Ben çok rahat, çok mutlu tekrar gelmekten burala Süleyman efendi” diyor tatlı Türkçesiyle.

      Ve biz, Kaymakam, Sağlık Memuru Özdemir ve ben Türkiye’nin okumuş kişileri olarak utanıp yerin dibine geçesimiz geliyor. Kanada nire, İhtik nire ve de Şikar deresi nire?

     
      Hep çıktık, atların her iki adımda bir, bir metre daha yükseldik ve tam bir saat çıktık. Sonunda kayalar üstünde kımıldayan gölgeler göründü. Sorduk, haberci dediler. Bizim geldiğimizi haber vereceklermiş köylülere. Ve beş dakika sonra bir davul - zurna sesi, bir “heee heyyy” dir sardı kayaları. İhtikliler Elizabeth Teyzelerini, kaymakamlarını ve de köylerine ilk gelen gazeteciyi karşılıyorlardı. Ellerinde bayraklar boyuna ünlüyorlardı “hee heyyy”...



Gelecek Yazı : Merhaba İhtik


Yayına Hazırlayan:
Abdullah Bozdemir

Kemahkalesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder