Karadağ Köyü, Kardelenlerim / Sema
UĞURCAN
"Hey gidi yıllar heyyyy. Yıllar var ki, dönüp
baktığında çok şeyler gelmiş geçmiş. Fakirlikler, yoksulluklar acılar, sızılar.
Hüzün ve kederler, hepsinin yanında kahkahalar, sevinçler, düğünler, bayramlar
daha nice unutulmaz anlar ve anılar."
Yıl
1973 ve öğretmenliğimin ikinci yılı. Erzincan
ili Kemah ilçesi Atma köyün de bir yıl
öğretmenlik yaptıktan sonra teftişe gelen müfettişlerin, ’bir bayan buralarda
öğretmenlik yapamaz’ raporu ile tayinim yine Kemah ilçesinin
KARADAĞ köyüne çıkmıştı. Adını hiç duymadığım ve görmediğim bir
köydü. Nasıl bir yer? diye gitmeden önce günlerce hayalini kurmuş ve gözümde
canlandırmaya başlamıştım. Acaba ATMA KÖYÜ gibi mahrumiyet
bölgesi miy di? Kendi kendime cevap veriyordum, mahrumiyet olsa o köyden beni
almazdı müfettişler diyordum.
Nihayet Eylül ayı geldi ve okula gitmek için hazırlıklar yapıldı. Önceden aldığım bilgilere göre Karadağ köyü ilkokulu üç öğretmenli, normal eğitim (tam gün) yapan bir okulmuş. Köyde benden başka iki öğretmen daha varmış. Bu öğretmen arkadaşlarımın olmasına çok sevindim, çünkü en azından meslektaş olarak konuşabileceğim arkadaşlarım varmış. Bu köyden önceki ATMA Köyünde yalnız ben olduğum için konuşup tartışabileceğim bir meslektaşım yoktu. Sadece Atma köyünden bir saat daha uzakta Çiğdemli köyü ilkokulu öğretmeni Yaşar bey vardı. Yalnız aylık toplantılarımız da o ve diğer öğretmen arkadaşlarımızla iki saatlik bir konuşma ve görüşme olabiliyordu. Köy hakkındaki tüm bilgileri, Erzincan da manifaturacı olan Arif Taşkın Beyden öğrendim. Heyecanla gideceğim günü iple çektim. Babacığım eşyalarımı kamyona yükleyerek Karadağ köyüne gidecekti. Ben de nişanlım ile birlikte Nişanlımın köyü olan Kemah’ın Cevizlik köyüne gidip, orda bir düğüne katılıp ve nişanlımın akrabalarıyla tanışıp sonra babamla aynı gün Karadağ’a gelecektik.
Günlerden pazartesi günü sabah İsmet Beyin otobüsünden, tarihi Acemoğlu köprüsünde inerek Karadağ köyünün yoluna koyulduk. İndiğimiz yerde Karadağ 9 km yazıyordu. 9 km bana yakın gibi gelmişti hemen yürüyerek yarım saatte gideceğimizi tahmin ediyordum. Ama nerdeee? Yürüdükçe köyü görüyoruz ama o köye bir türlü ulaşamıyorduk. Üç saat kadar yürüdüğümüzü hatırlıyorum ama en azından düz traktör'ün gidebileceği bir yoldu. Atma gibi uçurum gibi yerden geçerken katırın kuyruğundan tutarak geçmiyordum. Ve köye vardığımızda Karadağlılar, babamı karşılayarak eşyalarımı indirmişler birlikte kalacağımız öğretmen arkadaş eşyaları eve yerleştirmişti bile. Kalacağım ev; okulun hemen yanında Osman amca ve Nigar teyzenin iki odalı bir eviydi. Odasının birinde biz kalacaktık biriside onların kileri olacaktı. Biz diyorum, Birlikte aynı evi paylaşacağım, Kırklareli’den geçen yıl tayini çıkmış olan bir öğretmen arkadaş. Adı; Münevver Demirkesen. Arkadaşımla sanki yıllardan beri berabermişiz ve arkadaşmışız gibi hemen kaynaştık, eşyalarımızı yerleştirdik. Eşyalarımız ne? Karşılıklı iki somya (gündüz oturmak, gece yatmak için), bir masa, iki sandalye, bir piknik tüp, bir lüks lambası, bir gaz lambası ve mutfak için ikişer adet tencere, tas, tabak, çatal, kaşık ve bıçak. Kitaplarım ve okul malzemelerim. Babacığım beni Karadağ’lılara teslim ettikten sonra nişanlımla (şimdi eşim) birlikte Erzincan’a döndüler .
Benim için yeni bir hayat başlıyordu. Ertesi gün okula gidip nasıl bir bina olduğuna ve okulda yapılması gereken işlerin neler olduğuna bakacaktık. O heyecanla ve o yolun yorgunluğuyla uyumuş sabah olmasını iple çekmiştim. Sabah okula gittiğimde çok mükemmel bir bina ile karşılaştım. Kemah’ın hiçbir köyünde olmayan betonerme bir yapı. Ve üç sınıflı, Bir müdür odası (öğretmenler odası olarak kullanılıyordu). O gün diğer öğretmen arkadaş ve o bizden devre olarak büyük olan müdür yetkili Nurten Akın arkadaşımla tanıştım. İki arkadaşıma da çok kanım ısındı ve ikisini de çok sevmiştim. Onlarda beni sevmişlerdi. Nurten hanım Yunus Nadi beyle evli olduğu için o bize yakın ayrı bir evde kalıyormuş. İki arkadaşım da geçen yıldan o köyde olduklarından onların sınıfı belliydi. Münevver, 4 ve 5. sınıfı, Nurten 2 ve 3. sınıfları okutuyormuş. Bana mecburen 1. sınıflar kalmıştı. 22 öğrencimle yeni eğitim ve öğretim yılına başlamıştım. Okul yaşantım ve köydeki yaşantım o kadar güzel geçiyordu ki bunu burada yazıyla anlatmama imkan yoktur. Gündüz okul, okuldan çıkıp akşama kadar dinlenme ev işleri, akşam yemekten sonra bize hoş geldine gelen köy bayanları. Evimizde hergün akşam şenlik vardı. Konuşma gülme şamata. Aynı Atma köyündeki evim gibi. Ama Münevver çok prensipli olduğu için saat 22 olduğu an yatakta olması gerekiyordu.Bu huyunu köylüler bildiği için o saatten önce gidiyorlardı. Bense geç yatmaya alışkın olduğum için radyoyu yorganın altına alarak meclis saati ve radyo tiyatrosunu dinliyordum sessizce. Elektrik bu köyde de yoktu, su da köyde birkaç tane çeşme vardı. Beşinci sınıf öğrencilerinden büyük yaşta olanlar sırayla hergün güğüm denilen bakraçlarla suyumuzu getirirlerdi. Yemeğimizi sırayla yapar, bulaşığımızı sırayla yıkardık. Münevver’le çok iyi anlaşırdık.
Sonra köyümüze bir biçki dikiş kursu açılarak Fatma isimli dikiş öğretmeni ve Zehra Aktaş isimli Ebe hemşire geldi. Çok güzel bir sağlık evi vardı köyümüzün. Böylece köydeki memur sayısı beşe çıkmıştı. Artık günlerimiz daha farklı geçiyordu. Akşamları sırayla birbirimizde toplanıyorduk sohbet ediyorduk. Televizyon yok, elektrik yok, bilgisayar yok. En çok türkü ve şarkı söylerdik. Birde yarışma yapardık herkes bir türküye başlayacak ama herkes kendi türküsünü okumaya devam edecek. Başkasının türküsünü okumaya geçen kaybediyordu. Kaybedene çeşitli cezalar veriyorduk. Akşamları Karadağ halkı bizleri yemeğe çağırıyorlardı. Evlerinin en güzel odalarında bize yer sofrası kuruluyor, evlerinde ne varsa bize ikram etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. O köyde yediğimiz patates mıhlasının (patatesin haşlanıp ezilerek tereyağında soğan ve salçayla kavrularak üstüne yumurta kırılması) tadını unutmama imkan yok. Soğuk veya sıcak çorba, tereyağlı mis gibi bulgur pilavı, elde kesilmiş köy kadayıfı ve de tavşan kanı gibi demlenmiş çay. Çay yatsı vakti içilir ve çayın yanında yatsılık denilen, peynir, tereyağı, kaymak ve bal da gelirdi hem de tandır ekmeği ile birlikte. Gençlik işte hem yemek hem yatsılık. Kilo almaktan korkmadan büyük bir iştahla yerdik. Ne güzel günlerdi o günlerimiz. O kadar anılarımız var ki anlatmayla bitiremem. Her ay Kemah ta öğretmenler toplantısı olduğu için bizi toplantıya çağırırlardı. Biz o toplantıya nasıl gideceğimizin endişesini yaşardık. Hava güzel olursa kar ve yağmur olmazsa Kemah’ta arazili jepi olan Şenol Akkılıç abimiz gelip bizi toplantıya götürüyordu. Ama hava kötü olursa mecburen at ve eşeklerin sırtına müraacat ve saatlerce yine yürüme. Yada dört saatten fazla yürüyerek, Tımısı deresinden ve köyünden geçerek Karadağ ‘dan Kemah’a kadar yürüyüp, Cirgişin mahallesinde ki Karasu üstündeki asma köprüden geçerek Kemah’a gelebiliyorduk. Bu durumda toplantıya nasıl girilebilir siz düşünün saatlerce at sırtında veya yürüyerek. Kıyafetlerimizi yanımıza alarak Nurten arkadaşımızın Kemah’taki evinde değiştirip toplantıya giriyorduk tabiki çok bakımlı ve güzel giyimli olarak. Sanki o kadar yolları hiç biz yürümemişiz gibi… Nurten arkadaşımız hamile olduğu için bazen o gelemiyordu araba olmadığı zaman.
Bir defasında yürümemek için arabaya binelim diye zorladık ve tekerler çamura saplanınca inip arabayı ittirmek zorunda kalmıştık. Ununtamadığım bir anımda; Yine Kemah’tan toplantıdan geliyoruz. Ben, Münevver ve Parmakkaya köyünün öğretmeni Balıkesir’li İsmail Bey. Hava karlı olduğu için mecburen köyden at istendi. Coşkun Taşkın ve adını şimdi hatırlamadığım iki öğrenci Acemoğlu köprüsüne iki at ve bir katır getirdiler. Üçümüzde bindik, üstü açık mersedesler bizi köye yakın bir yere kadar getirdiler. Münevver en önde ben ortada İsmail en arkada katırda. Coşkun’un aklına bir muziplik yapmak gelmiş ve İsmail Beyin katırını arkadan ürkütmüş. Katır aniden koşmaya başlayıp gelip benim atıma çarpmasıyla benim atla beraber koşmaya ve bizi üstünden atmak için şahlanmaya başladılar. Benim önümde İsmail Bey yere uzandı. Ben düşmemek için ne kadar çaba sarfettiysem yine kendimi yerde buldum. Ve iki atın koştuğunu gören Münevver’in atıda onu yere fırlatıp üç at birden koşarak köye gittiler. Biz üçümüzde yerlerde. Gülmekten acıyan yerlerimizin acısını anlayamadık. Köye çok zor yürüyebildik kepimizin manto ve paltosu çamur içinde kalmıştı. Bu olay bana çok pahalıya mal olmuştu. Günlerce boynumu hareket ettiremedim acısında kıvrandım ve boyun fıtığı olmuşum haberim bile yoktu. Yıllarca sonra o kazadan olduğunu söyledi doktorlar hala ağrısın çekiyorum. Bel fıtığımda Atma köyündeki, attan düştüğümde olmuştu. Böbreğimi kaybetmem de Atmada on gün kırk derece ateşle yatmamdan olmuştu. Bu hastalıklar bana dağların arkasındaki hatıralar oldu.
Yine unutamadığım bir hatıra da, Kemah’a tiyatroya gittiğimiz gündü. Duyduk ki Kemah’ta tiyatro varmış. Nurten’in eşi (rahmetli olmuş Allah nur içinde yatırsın) Yunus Nadi Bey‘e haber gönderip billet aldırdık. Ama tiyatroya gideceğimiz gün o kadar soğuk ve kar yağdı ki. Araba yok ve hayvanlarla da gidemiyoruz. Mutlaka gitmek istiyoruz. Hepimiz, gidemiyeceğimiz için çok üzüntülü otururken Köyün Bakkalı, muhtarı olan Süleyman Ermurat Abimiz, siz üzülmeyin ben sizi götürücem tiyatroya siz hazırlanın dedi. Ne yapacağını çok merak ediyorduk. Kıyafetlerimizi çantamıza koyarak bakkalın önüne geldiğimizde traktöre römork taktığını gördük. Çabuk atlayın Römorka dedi ve biz Beşimiz Yunus Nadi bey de birlikte altı kişi römorkta oturduk, ortamıza bir fener yaktık, üstümüze bir naylon çekildi. Bu vaziyette biz tiyatroya gidiyoruz, üstümüze yağmur yağıyor, aradan rüzgar vurup feneri söndürüyor ama bizim neşemizi sormayın. Aklımıza ne kadar türkü şarkı geliyorsa dağlara karşı bağıra bağıra söylüyoruz. Neyse zor bir yolculıktan sonra Nurtenlerin evine inip elbiselerimizi değiştirdikten sonra sinema salonundaki tiyatroya girdik. Yine hepimiz çok şık bir şekilde. Çok güzeldi tiyatro ve sonunda Haydar Kekeç ve arkadaşları davul zurna çalmışlardı. Geldiğimize pişman olmamıştık. Gece yine kıyafet değiştirip aynı şekilde traktörün römorkunda köye vardık. Bu hatıralar unutulur mu hiç?
Şimdiki öğretmen olan arkadaşlarıma ben hayret ediyorum. İstanbul’un merkezinde bile okul beğenmiyor, öğrenci beğenmiyorlar. Mesleğini sevmeyen, çocukları sevmeyen kişi ne öğretmen olacak nede öğretmenlik yapacak. Öğretmenlik işi özveri işi, sevmeyen yapamaz. Parayla pulla yapılacak iş değildir.
Arkadaşlarımla hatıralarım o kadar çok ki yazmakla bitiremem. 1973 öğretim yılını Karadağ’da bitirip yaz tatili için hepimiz memleketlerimize döndük ve ben 20 temmuzda evlendim eylül ayında tekrar Karadağ’ın yolunu tutum. Ama Köye vardığımda Çok sevdiğim arkadaşlarım Nurten ve Münevver’in tayinlerinin çıkmış olduğunu görünce çok üzülmüştüm. Kendimi çok yalnız hissettim. Ben okulu yeni eğitim öğretime hazırlamaya başladım ve okulun müdürlük görevide bana verildi. Çok geçmeden eş durumundan, eşim Mevlüt Uğurcan ve Kemah’tan, Saadet Zeybek yeni öğretmenler olarak köyümüze geldiler. Biz okulun lojmanını temizleyerek ev olarak kullanmaya başladık. Evli olarak geçireceğim yeni eğitim ve öğretim yılıydı. Ben ikinci ve üçüncü sınıfları, Münevver’in yerine gelen eşim Mevlüt Uğurcan, Birinci sınıfları, Saadet ise dört ve beşinci sınıfları okutuyordu. Münevver ve Nurten’i çok özlüyordum ama Saadet Hanımada alışmıştım. Evli olunca köydeki günlerimiz daha farklı geçmeye başlamıştı. Eşim Kemah Cevizlik köyünden olduğu için Karadağ’lılar beni gelinleri olarak görmeye başlayıp her akşam yemeğe çağırmaya başladılar. Bizimle birlikte yine köyün ebesi Zehra hanım, biçki dikiş öğretmeni ve biz öğretmenler yine çok güzel günler geçiriyorduk. Benim hamile kalmam ve hastalanmam, çok kansız kalmam, kötü kokulara karşı karşı hassaslığım beni iyice bitap düşürmüştü. Güzel geçen günlerimiz vardı ama bazı günlerim çok kötü geçiyordu. Köyün gençleri, her akşam bir odada toplanıp altıkol denilen iskambil oyunları oynuyorlardı ve eşimide çağırıyorlardı. Eşim onlarla gidince gece saat iki, üç gibi getirip eve bırakıyorlardı ve ben çok korkuyordum evde yalnız olmaktan. Çünkü elektrik yoktu ve evimiz köyün dış kısmında kalıyordu. Çoğu geceler evde korkudan ağlıyordum. Bu durumu önlemek için kayınbiraderim Mehmet’i yanıma getirdi eşim ve birlikte kalmaya başladık. Mehmetin o yıl beklemeye kalması ve okula gitmemesi gerekiyordu. Hemde ders çalışması gerekiyordu. Ama bu defa ayrı sorunlar çıkmıştı. Evimizde bir oda vardı ve üçümüz biro dada kalıyorduk. Mehmet’le ben akşamları gaz lambası ışığında otururduk eşim gençlerle oyun oynamaya gidiyordu. En kötü geçen günler ve geceler bunlardı.
Aylar böyle geçiyordu. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramına hazırlanmaya başlamıştık. Çok güzel bir tiyatro, skeçler, halk türküleri ve folklore hazırlamıştık. Öğrencilerimize ip baskısından hazırlattığımız tiyatro davetiyelerini Erzincan ve Kemah’ın Milli Eğitim Müdürlüklerine ve diğer okul müdürlerine gönderdik. Geleceklerini hiç tahmin etmiyorduk. Merkezlerde ki baloları bırakıp gece vakti köye mi geleceklerdi sanki diye düşünüyorduk. Gündüz bayramı kutladık Türk bayrağı elimizde köyün sokaklarında marşlar okuyarak gezdik, folklor çalışmaları yaptık ve akşam tiyatro ve gösterilerimi zi kutlamak için hazırlıklara başladık. Okuldaki sıraların ayaklarını birbirine bağlayarak bir sahne yaptık, önüne büyük perdeleri asarak sahnemizi hazırladık. Köy halkı lüx lambaların ellerine alarak tiyatromuzu izleme geldiler. Tüm köy halkı ordaydı. Lüx lambasını tavana asmışlardı ışığını daha iyi versin diye. Çocuklar tam sahnedeyken bir anda lambanın asılı olduğu yerden tavan tutuşmaya başladı. Bir anda panik oldu ve kargaşa başladı. Su serperek çıkan küçük alevler söndürüldü. Tekrar oyunumuza devam etmeye başladık. Sıra gazeteci, Adem Yavuz için yazılmış bir destan ve türkü okunuyordu ki bir kişi seslenmeye başladı. Elinde yine lüx lambası ve arkasında 5 kişi okula girdiler. Ben, Erzincan Milli eğitim Müdürü; Mehmet Kara, Erzincan Sanat Enstitüsü müdürü Esin hanım ve arkasında isimlerini hatırlayamadığım üç kişi daha. Şok olmuştuk, kıyafetleri ayakları çamur içindeydi. O yoldan bu çamurda nasıl geldiklerini sorduk. Jeeple gelmişler ama çamurdan jeepte çıkamamış arkasından ittirmek zorunda kalmışlar. Hemen yer yaptık oturttuk. Adem Yavuz türküsü okunurken, Milli Eğitim Müdürü sahneye çıktı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Meğer Rahmetli Adem Yavuz müdürün en samimi arkadaşıymış. Bütün faaliyetlerimiz bitince, bize nasıl teşekkür edeceklerini bilemediler. Hayatım boyunca bu şartlarda olupta böyle hazırlanan öğretmenler sizi gördüm diye bizleri kucakladılar. Ama onların geldiğini gören Süleyman Ermurat hemen kuzuyu kestirip yemekleri o arada hazırlatmıştı bile. Misafir konusunda Karadağlıların eşi bulunmaz insanlardır. Bize gelen misafirlerimiz bile yedirir içirir yatırıp sonra gönderirilerdi. Allah hepsinden razı olsun. Özellikle kahrımızı çok çeken Süleyman Ermurat beyden. Gösteri bitiminde Süleyman Abinin evinde yemekler yenildi ve misafirler sabah işe yetişmek mecburiyetinde oldukları için dönmek istediler, mecburen yolculadık gittiler.
Bir sabah çok erken saatte kapımızın çok hızla çalındığını duyduk. Kapıyı açtığımızda İlköğretim müfettişiyim okulu açın dedi ve okulda acele sobayı yakıp çayı demledik. Sınıflarımız teftiş edildi. Çok mutlu olduğunu ve herşeyin süper olduğunu söyleyerek bizi tebrik edip ayrıldı. Böylece eğitim öğretim yılının sonuna yaklaşıyorduk. Ve mayıs sonunda Erzincan’a gittik ve 30 temmuzda kızım doğdu. Karadağ köyünü ve insanlarını çok sevmemize rağmen çocukla o köye gidemezdik. Tayin isteyince, Erzincan Bayırbağ köyüne çıktı. Mecburen Karadağ‘dan ağlayarak ayıldık ve Erzincan merkez köyü olan Bayırbağ köyüne göçümüzü tuttuk.
Bu defa da Bayırbağ da ev aramaya başladık hiç bi ev bulamadık. Herkesin kendi evi vardı ve kendileri oturuyorlardı. Tesadüfen bir ev bulduk sahibine yalvararak evi kiraladık. Ev, köyün ortasından akan çay kenarındaydı ve odaların tabanları tahtaydı.Tahtaların altıda boştu. Taşındıktan sonar öyle bir şeyle karşılaştık kin eye uğradığımızı şaşırdık. Ev fare doluydu ve çay kenarında olduğundan bu önlenemiyormuş. Hergün dört adet tuzak kuruluyor onaltı tane fare atılıyordu. Köyün gençleri gelip atıyorlardı. Fareler kızıma bir zarar verecek diye tavandan salıncak kurup kızımı o salıncakta yatırmaya başlamıştık.Bir gece farenin perdelerde be salıncağın ipinde yürürken görünce korkudan bayılmıştım ve derhal şehire taşınıp köye araba tutarak hergün gidip geliyorduk ve özel tuttuğumuz araç için tüm maaş sadece araba parası ve ev kirasına yetiyordu. Kızımıza annemler bakıyordu. Böylece bir eğitim yılı daha geride kalmıştı. Bayırbağ köyün deki anılarımızı daha sonrar anlatacağım kısmet olursa...
Öğretmenlik mesleği hayatımda o kadar çok anım varki yazmakla bitiremem. Hele de benim memleketim Erzincan’da öğretmene verilen değer çok fazladır, bunu yaptığım köylerde fazlasıyla gördüm. Öğretmenlik yaptığım tüm köylerde bana yardımlarını esirgemeyen, her konuda yardımcı olan o sıcakkanlı, misafirperver insanlara binlerce teşekkür ediyorum. İnsan mesleğini severse başarılı olur. Öğretmenlik vicdan mesleği, muhatabımız çocuklar ve geleceği yetiştiriyorsak gereken ne ise yapılmalı, yapmalı eğitimciler. İmkanlar kısıtlı diye yerimizde saymamalıyız. Hedefler olmalı, hedefleri gerçekleştirmek için çabalamalıyız. 40 yıllık meslek hayatımda yapabildiklerimi çok severek yapmaya çalıştım, vicdanen çok rahatım. İyi bir eğitimci olmak yalnız derse girip çıkmakla olmaz. Öğretmenliğin bir meslek mi, yoksa birçok mesleği bünyesinde barındıran kutsal bir görev mi olduğu üzerinde biraz düşünelim.
ÖĞRETMEN : İyi bir hakim, iyi bir psikolog, iyi bir ticaret adamı (bilgisini öğrencisine satan), iyi bir sunucu, iyi bir tiyatro sanatçısı, iyi bir modacı, iyi bir polis, iyi bir masa başı memuru, ilkyardımı bilen iyi bir sağlıkçı, iyi bir yönetici, iyi bir şovmen, iyi bir komedi ustası, sıfır hata ile çalışan mühendis(öğrencinin geleceğini şekillendirirken hata yapmamak için), iyi bir anne,iyi bir baba, iyi bir nöbetçi asker, iyi bir komutan,iyi bir tornacı ustası, kadar hassas, kişilikli, karakterli, kendine özgüveni olan, zengin fakir öğrenci ayrımı yapmayan birisi olmalıdır. Bütün bu meslek ve meslek sahipleri alt alta sıralandığında demek ki öğretmenlik bir MESLEK değil birçok mesleği içinde barındıran kutsal bir görevdir. Bir gönül verme sevgi ve sevme işidir.
Kırk yıl içinde öğretmenlik yaptığım, normal öğrencilerimi ve 14 yıl Zihinsel Engelli ve Otistik çocuklarımı sevgiyle kucaklıyor ve gözlerinden öpüyorum. Tüm Kemah ve Erzincan halkına selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Kırk yıl sonra Karadağlılar gecesinde öğrencilerimle buluşacağım için çok heyecanlıyım ve yarını iple çekiyorum.
Nihayet Eylül ayı geldi ve okula gitmek için hazırlıklar yapıldı. Önceden aldığım bilgilere göre Karadağ köyü ilkokulu üç öğretmenli, normal eğitim (tam gün) yapan bir okulmuş. Köyde benden başka iki öğretmen daha varmış. Bu öğretmen arkadaşlarımın olmasına çok sevindim, çünkü en azından meslektaş olarak konuşabileceğim arkadaşlarım varmış. Bu köyden önceki ATMA Köyünde yalnız ben olduğum için konuşup tartışabileceğim bir meslektaşım yoktu. Sadece Atma köyünden bir saat daha uzakta Çiğdemli köyü ilkokulu öğretmeni Yaşar bey vardı. Yalnız aylık toplantılarımız da o ve diğer öğretmen arkadaşlarımızla iki saatlik bir konuşma ve görüşme olabiliyordu. Köy hakkındaki tüm bilgileri, Erzincan da manifaturacı olan Arif Taşkın Beyden öğrendim. Heyecanla gideceğim günü iple çektim. Babacığım eşyalarımı kamyona yükleyerek Karadağ köyüne gidecekti. Ben de nişanlım ile birlikte Nişanlımın köyü olan Kemah’ın Cevizlik köyüne gidip, orda bir düğüne katılıp ve nişanlımın akrabalarıyla tanışıp sonra babamla aynı gün Karadağ’a gelecektik.
Günlerden pazartesi günü sabah İsmet Beyin otobüsünden, tarihi Acemoğlu köprüsünde inerek Karadağ köyünün yoluna koyulduk. İndiğimiz yerde Karadağ 9 km yazıyordu. 9 km bana yakın gibi gelmişti hemen yürüyerek yarım saatte gideceğimizi tahmin ediyordum. Ama nerdeee? Yürüdükçe köyü görüyoruz ama o köye bir türlü ulaşamıyorduk. Üç saat kadar yürüdüğümüzü hatırlıyorum ama en azından düz traktör'ün gidebileceği bir yoldu. Atma gibi uçurum gibi yerden geçerken katırın kuyruğundan tutarak geçmiyordum. Ve köye vardığımızda Karadağlılar, babamı karşılayarak eşyalarımı indirmişler birlikte kalacağımız öğretmen arkadaş eşyaları eve yerleştirmişti bile. Kalacağım ev; okulun hemen yanında Osman amca ve Nigar teyzenin iki odalı bir eviydi. Odasının birinde biz kalacaktık biriside onların kileri olacaktı. Biz diyorum, Birlikte aynı evi paylaşacağım, Kırklareli’den geçen yıl tayini çıkmış olan bir öğretmen arkadaş. Adı; Münevver Demirkesen. Arkadaşımla sanki yıllardan beri berabermişiz ve arkadaşmışız gibi hemen kaynaştık, eşyalarımızı yerleştirdik. Eşyalarımız ne? Karşılıklı iki somya (gündüz oturmak, gece yatmak için), bir masa, iki sandalye, bir piknik tüp, bir lüks lambası, bir gaz lambası ve mutfak için ikişer adet tencere, tas, tabak, çatal, kaşık ve bıçak. Kitaplarım ve okul malzemelerim. Babacığım beni Karadağ’lılara teslim ettikten sonra nişanlımla (şimdi eşim) birlikte Erzincan’a döndüler .
Benim için yeni bir hayat başlıyordu. Ertesi gün okula gidip nasıl bir bina olduğuna ve okulda yapılması gereken işlerin neler olduğuna bakacaktık. O heyecanla ve o yolun yorgunluğuyla uyumuş sabah olmasını iple çekmiştim. Sabah okula gittiğimde çok mükemmel bir bina ile karşılaştım. Kemah’ın hiçbir köyünde olmayan betonerme bir yapı. Ve üç sınıflı, Bir müdür odası (öğretmenler odası olarak kullanılıyordu). O gün diğer öğretmen arkadaş ve o bizden devre olarak büyük olan müdür yetkili Nurten Akın arkadaşımla tanıştım. İki arkadaşıma da çok kanım ısındı ve ikisini de çok sevmiştim. Onlarda beni sevmişlerdi. Nurten hanım Yunus Nadi beyle evli olduğu için o bize yakın ayrı bir evde kalıyormuş. İki arkadaşım da geçen yıldan o köyde olduklarından onların sınıfı belliydi. Münevver, 4 ve 5. sınıfı, Nurten 2 ve 3. sınıfları okutuyormuş. Bana mecburen 1. sınıflar kalmıştı. 22 öğrencimle yeni eğitim ve öğretim yılına başlamıştım. Okul yaşantım ve köydeki yaşantım o kadar güzel geçiyordu ki bunu burada yazıyla anlatmama imkan yoktur. Gündüz okul, okuldan çıkıp akşama kadar dinlenme ev işleri, akşam yemekten sonra bize hoş geldine gelen köy bayanları. Evimizde hergün akşam şenlik vardı. Konuşma gülme şamata. Aynı Atma köyündeki evim gibi. Ama Münevver çok prensipli olduğu için saat 22 olduğu an yatakta olması gerekiyordu.Bu huyunu köylüler bildiği için o saatten önce gidiyorlardı. Bense geç yatmaya alışkın olduğum için radyoyu yorganın altına alarak meclis saati ve radyo tiyatrosunu dinliyordum sessizce. Elektrik bu köyde de yoktu, su da köyde birkaç tane çeşme vardı. Beşinci sınıf öğrencilerinden büyük yaşta olanlar sırayla hergün güğüm denilen bakraçlarla suyumuzu getirirlerdi. Yemeğimizi sırayla yapar, bulaşığımızı sırayla yıkardık. Münevver’le çok iyi anlaşırdık.
Sonra köyümüze bir biçki dikiş kursu açılarak Fatma isimli dikiş öğretmeni ve Zehra Aktaş isimli Ebe hemşire geldi. Çok güzel bir sağlık evi vardı köyümüzün. Böylece köydeki memur sayısı beşe çıkmıştı. Artık günlerimiz daha farklı geçiyordu. Akşamları sırayla birbirimizde toplanıyorduk sohbet ediyorduk. Televizyon yok, elektrik yok, bilgisayar yok. En çok türkü ve şarkı söylerdik. Birde yarışma yapardık herkes bir türküye başlayacak ama herkes kendi türküsünü okumaya devam edecek. Başkasının türküsünü okumaya geçen kaybediyordu. Kaybedene çeşitli cezalar veriyorduk. Akşamları Karadağ halkı bizleri yemeğe çağırıyorlardı. Evlerinin en güzel odalarında bize yer sofrası kuruluyor, evlerinde ne varsa bize ikram etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. O köyde yediğimiz patates mıhlasının (patatesin haşlanıp ezilerek tereyağında soğan ve salçayla kavrularak üstüne yumurta kırılması) tadını unutmama imkan yok. Soğuk veya sıcak çorba, tereyağlı mis gibi bulgur pilavı, elde kesilmiş köy kadayıfı ve de tavşan kanı gibi demlenmiş çay. Çay yatsı vakti içilir ve çayın yanında yatsılık denilen, peynir, tereyağı, kaymak ve bal da gelirdi hem de tandır ekmeği ile birlikte. Gençlik işte hem yemek hem yatsılık. Kilo almaktan korkmadan büyük bir iştahla yerdik. Ne güzel günlerdi o günlerimiz. O kadar anılarımız var ki anlatmayla bitiremem. Her ay Kemah ta öğretmenler toplantısı olduğu için bizi toplantıya çağırırlardı. Biz o toplantıya nasıl gideceğimizin endişesini yaşardık. Hava güzel olursa kar ve yağmur olmazsa Kemah’ta arazili jepi olan Şenol Akkılıç abimiz gelip bizi toplantıya götürüyordu. Ama hava kötü olursa mecburen at ve eşeklerin sırtına müraacat ve saatlerce yine yürüme. Yada dört saatten fazla yürüyerek, Tımısı deresinden ve köyünden geçerek Karadağ ‘dan Kemah’a kadar yürüyüp, Cirgişin mahallesinde ki Karasu üstündeki asma köprüden geçerek Kemah’a gelebiliyorduk. Bu durumda toplantıya nasıl girilebilir siz düşünün saatlerce at sırtında veya yürüyerek. Kıyafetlerimizi yanımıza alarak Nurten arkadaşımızın Kemah’taki evinde değiştirip toplantıya giriyorduk tabiki çok bakımlı ve güzel giyimli olarak. Sanki o kadar yolları hiç biz yürümemişiz gibi… Nurten arkadaşımız hamile olduğu için bazen o gelemiyordu araba olmadığı zaman.
Bir defasında yürümemek için arabaya binelim diye zorladık ve tekerler çamura saplanınca inip arabayı ittirmek zorunda kalmıştık. Ununtamadığım bir anımda; Yine Kemah’tan toplantıdan geliyoruz. Ben, Münevver ve Parmakkaya köyünün öğretmeni Balıkesir’li İsmail Bey. Hava karlı olduğu için mecburen köyden at istendi. Coşkun Taşkın ve adını şimdi hatırlamadığım iki öğrenci Acemoğlu köprüsüne iki at ve bir katır getirdiler. Üçümüzde bindik, üstü açık mersedesler bizi köye yakın bir yere kadar getirdiler. Münevver en önde ben ortada İsmail en arkada katırda. Coşkun’un aklına bir muziplik yapmak gelmiş ve İsmail Beyin katırını arkadan ürkütmüş. Katır aniden koşmaya başlayıp gelip benim atıma çarpmasıyla benim atla beraber koşmaya ve bizi üstünden atmak için şahlanmaya başladılar. Benim önümde İsmail Bey yere uzandı. Ben düşmemek için ne kadar çaba sarfettiysem yine kendimi yerde buldum. Ve iki atın koştuğunu gören Münevver’in atıda onu yere fırlatıp üç at birden koşarak köye gittiler. Biz üçümüzde yerlerde. Gülmekten acıyan yerlerimizin acısını anlayamadık. Köye çok zor yürüyebildik kepimizin manto ve paltosu çamur içinde kalmıştı. Bu olay bana çok pahalıya mal olmuştu. Günlerce boynumu hareket ettiremedim acısında kıvrandım ve boyun fıtığı olmuşum haberim bile yoktu. Yıllarca sonra o kazadan olduğunu söyledi doktorlar hala ağrısın çekiyorum. Bel fıtığımda Atma köyündeki, attan düştüğümde olmuştu. Böbreğimi kaybetmem de Atmada on gün kırk derece ateşle yatmamdan olmuştu. Bu hastalıklar bana dağların arkasındaki hatıralar oldu.
Yine unutamadığım bir hatıra da, Kemah’a tiyatroya gittiğimiz gündü. Duyduk ki Kemah’ta tiyatro varmış. Nurten’in eşi (rahmetli olmuş Allah nur içinde yatırsın) Yunus Nadi Bey‘e haber gönderip billet aldırdık. Ama tiyatroya gideceğimiz gün o kadar soğuk ve kar yağdı ki. Araba yok ve hayvanlarla da gidemiyoruz. Mutlaka gitmek istiyoruz. Hepimiz, gidemiyeceğimiz için çok üzüntülü otururken Köyün Bakkalı, muhtarı olan Süleyman Ermurat Abimiz, siz üzülmeyin ben sizi götürücem tiyatroya siz hazırlanın dedi. Ne yapacağını çok merak ediyorduk. Kıyafetlerimizi çantamıza koyarak bakkalın önüne geldiğimizde traktöre römork taktığını gördük. Çabuk atlayın Römorka dedi ve biz Beşimiz Yunus Nadi bey de birlikte altı kişi römorkta oturduk, ortamıza bir fener yaktık, üstümüze bir naylon çekildi. Bu vaziyette biz tiyatroya gidiyoruz, üstümüze yağmur yağıyor, aradan rüzgar vurup feneri söndürüyor ama bizim neşemizi sormayın. Aklımıza ne kadar türkü şarkı geliyorsa dağlara karşı bağıra bağıra söylüyoruz. Neyse zor bir yolculıktan sonra Nurtenlerin evine inip elbiselerimizi değiştirdikten sonra sinema salonundaki tiyatroya girdik. Yine hepimiz çok şık bir şekilde. Çok güzeldi tiyatro ve sonunda Haydar Kekeç ve arkadaşları davul zurna çalmışlardı. Geldiğimize pişman olmamıştık. Gece yine kıyafet değiştirip aynı şekilde traktörün römorkunda köye vardık. Bu hatıralar unutulur mu hiç?
Şimdiki öğretmen olan arkadaşlarıma ben hayret ediyorum. İstanbul’un merkezinde bile okul beğenmiyor, öğrenci beğenmiyorlar. Mesleğini sevmeyen, çocukları sevmeyen kişi ne öğretmen olacak nede öğretmenlik yapacak. Öğretmenlik işi özveri işi, sevmeyen yapamaz. Parayla pulla yapılacak iş değildir.
Arkadaşlarımla hatıralarım o kadar çok ki yazmakla bitiremem. 1973 öğretim yılını Karadağ’da bitirip yaz tatili için hepimiz memleketlerimize döndük ve ben 20 temmuzda evlendim eylül ayında tekrar Karadağ’ın yolunu tutum. Ama Köye vardığımda Çok sevdiğim arkadaşlarım Nurten ve Münevver’in tayinlerinin çıkmış olduğunu görünce çok üzülmüştüm. Kendimi çok yalnız hissettim. Ben okulu yeni eğitim öğretime hazırlamaya başladım ve okulun müdürlük görevide bana verildi. Çok geçmeden eş durumundan, eşim Mevlüt Uğurcan ve Kemah’tan, Saadet Zeybek yeni öğretmenler olarak köyümüze geldiler. Biz okulun lojmanını temizleyerek ev olarak kullanmaya başladık. Evli olarak geçireceğim yeni eğitim ve öğretim yılıydı. Ben ikinci ve üçüncü sınıfları, Münevver’in yerine gelen eşim Mevlüt Uğurcan, Birinci sınıfları, Saadet ise dört ve beşinci sınıfları okutuyordu. Münevver ve Nurten’i çok özlüyordum ama Saadet Hanımada alışmıştım. Evli olunca köydeki günlerimiz daha farklı geçmeye başlamıştı. Eşim Kemah Cevizlik köyünden olduğu için Karadağ’lılar beni gelinleri olarak görmeye başlayıp her akşam yemeğe çağırmaya başladılar. Bizimle birlikte yine köyün ebesi Zehra hanım, biçki dikiş öğretmeni ve biz öğretmenler yine çok güzel günler geçiriyorduk. Benim hamile kalmam ve hastalanmam, çok kansız kalmam, kötü kokulara karşı karşı hassaslığım beni iyice bitap düşürmüştü. Güzel geçen günlerimiz vardı ama bazı günlerim çok kötü geçiyordu. Köyün gençleri, her akşam bir odada toplanıp altıkol denilen iskambil oyunları oynuyorlardı ve eşimide çağırıyorlardı. Eşim onlarla gidince gece saat iki, üç gibi getirip eve bırakıyorlardı ve ben çok korkuyordum evde yalnız olmaktan. Çünkü elektrik yoktu ve evimiz köyün dış kısmında kalıyordu. Çoğu geceler evde korkudan ağlıyordum. Bu durumu önlemek için kayınbiraderim Mehmet’i yanıma getirdi eşim ve birlikte kalmaya başladık. Mehmetin o yıl beklemeye kalması ve okula gitmemesi gerekiyordu. Hemde ders çalışması gerekiyordu. Ama bu defa ayrı sorunlar çıkmıştı. Evimizde bir oda vardı ve üçümüz biro dada kalıyorduk. Mehmet’le ben akşamları gaz lambası ışığında otururduk eşim gençlerle oyun oynamaya gidiyordu. En kötü geçen günler ve geceler bunlardı.
Aylar böyle geçiyordu. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramına hazırlanmaya başlamıştık. Çok güzel bir tiyatro, skeçler, halk türküleri ve folklore hazırlamıştık. Öğrencilerimize ip baskısından hazırlattığımız tiyatro davetiyelerini Erzincan ve Kemah’ın Milli Eğitim Müdürlüklerine ve diğer okul müdürlerine gönderdik. Geleceklerini hiç tahmin etmiyorduk. Merkezlerde ki baloları bırakıp gece vakti köye mi geleceklerdi sanki diye düşünüyorduk. Gündüz bayramı kutladık Türk bayrağı elimizde köyün sokaklarında marşlar okuyarak gezdik, folklor çalışmaları yaptık ve akşam tiyatro ve gösterilerimi zi kutlamak için hazırlıklara başladık. Okuldaki sıraların ayaklarını birbirine bağlayarak bir sahne yaptık, önüne büyük perdeleri asarak sahnemizi hazırladık. Köy halkı lüx lambaların ellerine alarak tiyatromuzu izleme geldiler. Tüm köy halkı ordaydı. Lüx lambasını tavana asmışlardı ışığını daha iyi versin diye. Çocuklar tam sahnedeyken bir anda lambanın asılı olduğu yerden tavan tutuşmaya başladı. Bir anda panik oldu ve kargaşa başladı. Su serperek çıkan küçük alevler söndürüldü. Tekrar oyunumuza devam etmeye başladık. Sıra gazeteci, Adem Yavuz için yazılmış bir destan ve türkü okunuyordu ki bir kişi seslenmeye başladı. Elinde yine lüx lambası ve arkasında 5 kişi okula girdiler. Ben, Erzincan Milli eğitim Müdürü; Mehmet Kara, Erzincan Sanat Enstitüsü müdürü Esin hanım ve arkasında isimlerini hatırlayamadığım üç kişi daha. Şok olmuştuk, kıyafetleri ayakları çamur içindeydi. O yoldan bu çamurda nasıl geldiklerini sorduk. Jeeple gelmişler ama çamurdan jeepte çıkamamış arkasından ittirmek zorunda kalmışlar. Hemen yer yaptık oturttuk. Adem Yavuz türküsü okunurken, Milli Eğitim Müdürü sahneye çıktı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Meğer Rahmetli Adem Yavuz müdürün en samimi arkadaşıymış. Bütün faaliyetlerimiz bitince, bize nasıl teşekkür edeceklerini bilemediler. Hayatım boyunca bu şartlarda olupta böyle hazırlanan öğretmenler sizi gördüm diye bizleri kucakladılar. Ama onların geldiğini gören Süleyman Ermurat hemen kuzuyu kestirip yemekleri o arada hazırlatmıştı bile. Misafir konusunda Karadağlıların eşi bulunmaz insanlardır. Bize gelen misafirlerimiz bile yedirir içirir yatırıp sonra gönderirilerdi. Allah hepsinden razı olsun. Özellikle kahrımızı çok çeken Süleyman Ermurat beyden. Gösteri bitiminde Süleyman Abinin evinde yemekler yenildi ve misafirler sabah işe yetişmek mecburiyetinde oldukları için dönmek istediler, mecburen yolculadık gittiler.
Bir sabah çok erken saatte kapımızın çok hızla çalındığını duyduk. Kapıyı açtığımızda İlköğretim müfettişiyim okulu açın dedi ve okulda acele sobayı yakıp çayı demledik. Sınıflarımız teftiş edildi. Çok mutlu olduğunu ve herşeyin süper olduğunu söyleyerek bizi tebrik edip ayrıldı. Böylece eğitim öğretim yılının sonuna yaklaşıyorduk. Ve mayıs sonunda Erzincan’a gittik ve 30 temmuzda kızım doğdu. Karadağ köyünü ve insanlarını çok sevmemize rağmen çocukla o köye gidemezdik. Tayin isteyince, Erzincan Bayırbağ köyüne çıktı. Mecburen Karadağ‘dan ağlayarak ayıldık ve Erzincan merkez köyü olan Bayırbağ köyüne göçümüzü tuttuk.
Bu defa da Bayırbağ da ev aramaya başladık hiç bi ev bulamadık. Herkesin kendi evi vardı ve kendileri oturuyorlardı. Tesadüfen bir ev bulduk sahibine yalvararak evi kiraladık. Ev, köyün ortasından akan çay kenarındaydı ve odaların tabanları tahtaydı.Tahtaların altıda boştu. Taşındıktan sonar öyle bir şeyle karşılaştık kin eye uğradığımızı şaşırdık. Ev fare doluydu ve çay kenarında olduğundan bu önlenemiyormuş. Hergün dört adet tuzak kuruluyor onaltı tane fare atılıyordu. Köyün gençleri gelip atıyorlardı. Fareler kızıma bir zarar verecek diye tavandan salıncak kurup kızımı o salıncakta yatırmaya başlamıştık.Bir gece farenin perdelerde be salıncağın ipinde yürürken görünce korkudan bayılmıştım ve derhal şehire taşınıp köye araba tutarak hergün gidip geliyorduk ve özel tuttuğumuz araç için tüm maaş sadece araba parası ve ev kirasına yetiyordu. Kızımıza annemler bakıyordu. Böylece bir eğitim yılı daha geride kalmıştı. Bayırbağ köyün deki anılarımızı daha sonrar anlatacağım kısmet olursa...
Öğretmenlik mesleği hayatımda o kadar çok anım varki yazmakla bitiremem. Hele de benim memleketim Erzincan’da öğretmene verilen değer çok fazladır, bunu yaptığım köylerde fazlasıyla gördüm. Öğretmenlik yaptığım tüm köylerde bana yardımlarını esirgemeyen, her konuda yardımcı olan o sıcakkanlı, misafirperver insanlara binlerce teşekkür ediyorum. İnsan mesleğini severse başarılı olur. Öğretmenlik vicdan mesleği, muhatabımız çocuklar ve geleceği yetiştiriyorsak gereken ne ise yapılmalı, yapmalı eğitimciler. İmkanlar kısıtlı diye yerimizde saymamalıyız. Hedefler olmalı, hedefleri gerçekleştirmek için çabalamalıyız. 40 yıllık meslek hayatımda yapabildiklerimi çok severek yapmaya çalıştım, vicdanen çok rahatım. İyi bir eğitimci olmak yalnız derse girip çıkmakla olmaz. Öğretmenliğin bir meslek mi, yoksa birçok mesleği bünyesinde barındıran kutsal bir görev mi olduğu üzerinde biraz düşünelim.
ÖĞRETMEN : İyi bir hakim, iyi bir psikolog, iyi bir ticaret adamı (bilgisini öğrencisine satan), iyi bir sunucu, iyi bir tiyatro sanatçısı, iyi bir modacı, iyi bir polis, iyi bir masa başı memuru, ilkyardımı bilen iyi bir sağlıkçı, iyi bir yönetici, iyi bir şovmen, iyi bir komedi ustası, sıfır hata ile çalışan mühendis(öğrencinin geleceğini şekillendirirken hata yapmamak için), iyi bir anne,iyi bir baba, iyi bir nöbetçi asker, iyi bir komutan,iyi bir tornacı ustası, kadar hassas, kişilikli, karakterli, kendine özgüveni olan, zengin fakir öğrenci ayrımı yapmayan birisi olmalıdır. Bütün bu meslek ve meslek sahipleri alt alta sıralandığında demek ki öğretmenlik bir MESLEK değil birçok mesleği içinde barındıran kutsal bir görevdir. Bir gönül verme sevgi ve sevme işidir.
Kırk yıl içinde öğretmenlik yaptığım, normal öğrencilerimi ve 14 yıl Zihinsel Engelli ve Otistik çocuklarımı sevgiyle kucaklıyor ve gözlerinden öpüyorum. Tüm Kemah ve Erzincan halkına selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Kırk yıl sonra Karadağlılar gecesinde öğrencilerimle buluşacağım için çok heyecanlıyım ve yarını iple çekiyorum.
Sema
UĞURCAN
Kemahkalesi.com
Dağların Arkasında "Öğretmen Olmak"
Kaynak : Sema UĞURCAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder